Kalbin 4 Afetine; 4 Reçete !
Kalbin dört afeti şunlardır;
-Uzun emel,
-Acelecilik,
-Haset,
-Kibir
[list_group]
[list_item title=”1.Uzun Emel” url=””]Uzun emel, bütün kötülüklerin sebebi ve bütün hayırların engelidir. İnsanları her türlü belâ ve imtihana düşüren uzun emel fitnesidir. Uzun emel, şu dört şeyi de beraberinde getirir;
-İbadeti terk ve tembellik. Sen devamlı, ‘İlerde yaparım!’ diyerek ibadetleri tehir eder (erteler), tembelliğe düşersin.
-Tövbeyi terk ve ilerde yaparım düşüncesi. Bu durumda hep, ‘İlerde tövbe ederim!’ der durursun.
-Uzun emel seni dünyaya rağbet etmeye ve onu kazanma hırsına sürükler. Bu durumda, ‘Ne yiyeceğim, ne giyeceğim?!’ derdiyle uğraşır durursun. Bu düşünce en azından kalbini meşgul, vaktini zayi eder, derdini çoğaltır.
-Kalp katılığı ve âhireti unutmak. Sen, çok uzun süre yaşacağını düşününce, ahreti hiç hatırlamazsın, hatta ölümü ve kabri hiç aklına getirmezsin; bütün düşüncen dünya olur; bu yüzden kalbin katılaşır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur;
‘Onlara zaman uzadı da kalpleri katılaştı.’ (El Hâdid Sûresi, 57/16)
Uzun emel nasıl dünya sevgisinden meydana geliyorsa, çaresi de bu sevgiyi kalpten çıkarmaktır ki, dünyanın ne olduğun lâyıkıyla bilen biri onu sevmez. Zirâ dünyanın lezzetinin kalıcı olmayıp, birkaç günlük olduğunu; nihayetinde ölümle bozulup gideceğini ve şimdide üzüntü, keder ve musibetlerle karışık belâ ve ezâdan boş olmadığını anlar. Uzun emelden kurtulmanın çaresi, kısa emel sahibi olmaktır. İmam Gazâli’nin şu sözleri oldukça dikkat çekicidir;
‘Âhiret süresinin uzunluğunu ve ömrünün kısalığını düşünen kimsenin âhireti bırakıp dünyaya eğilmesi; bir kimsenin rüyadaki gümüşü, uyanıklıktaki altından daha çok sevmesi gibidir. Zirâ dünya, uyku gibidir. Cehaletin çaresi de, hâlis bir tefekkürdür.
Meselâ; şöyle bilmelidir ki, ölümün dizgini kendi elinde değildir. Zirâ kişi istediği zaman ölüm gelmez. Öyleyse gençliğe güvenmemelidir.[/list_item]
[list_item title=”2.Acelecilik” url=””]Hayırlı işlerde ve ibadetlerimizi eda etmekte acele etmek gereklidir, iyidir. Bunun aksine acele şeytandan, teenni Allah’tandır. (Tirmizi)
Acele eden insan akl-ı selim düşünemez, şeytanın vesveselerine çabuk kapılır. Dolayısıyla bu hâl, hata yapmaya daha müsaittir. Acele etmek, bir an evvel yükselme arzusu insanı hem maksadına ulaşmaktan mahrum eder, hem de günahlar iter.
Bir insan işlerinde iyice düşünmeden, araştırmadan, aslını anlamadan hareket ederse, o işlerinde gerektiği gibi titiz davranıp, dikkat edemez. Böyle biri, bulduğu her yiyeceğe el atar; böyle olunca bir sürü harama ve şüpheli şeylere dalar, her düşündüğünü söyler, birçok hataya düşer.
Bu hastalığın ilacı ise, vera sahibi olmak ve işlerde teenni ile hareket etmektir. Vera, yapılan işlerde son derece titiz hareket etmek, o işi yapmadan evvel onu derinlemesine araştırmak ve ona göre hareket etmektir. Eğer kişi vera sahibi olursa; acelecilikten kurtulur ve sözünde, yemesinde, içmesinde, giyiminde aynı incelikle hareket eder.
Teenni ise, acelenin zıttıdır. Kalbe gelen her düşünceyle hemen amel etmemek, durup düşünmek ve Allah’ın razı olacağı şekilde davranmaktır. Hiçbirimiz bundan boş olmadığımız gibi; yaptığımız her iş ve ibadette de bu tehlikeler mevcuttur; bunun için bu tehlikeyi görüp, bunun ıslahı için çalışmamız şarttır.[/list_item]
[list_item title=”3.Haset” url=””]Haset, en başta kulun taatlerini bozan, kalbin kararmasını; böylece zamanla ölmesine sebep olan, kişiyi bitmek bilmeyen faydasız dertlerle uğraştıran, onu sürekli günaha sevkeden son derece çirkin bir huydur.
Eğer bir kimse; Allah Teâlâ’nın Müslüman kardeşine verdiği ve ona yararlı olan bir nimetin ondan gitmesini isterse, o kişi haset etmiş olur. Yok eğer o nimetin kardeşinden gitmesini istemeden, aynısının kendisinde de olmasını isterse, buna gıpta denir. Eğer Müslüman kardeşinin sahip olduğu nimet ona fayda yerine zarar getiren bir şeyse, onun elinden o şeyin gitmesini istemek, dinî bir gayrettir. Haset, gıpta ve gayret arasındaki fark budur.
Haset eden bir kişi, aslında Yüce Allah’ın nimetine düşmanlık edip, Allah’ın irade ve hükmüne kızmış, rıza göstermemiş olur. Bu da insanın hak yoldan sapıtıp, perişan olması için yeterlidir. Bu kadere itirazın delili ise şu ayet-i kerimede geçmektedir;
‘ Yoksa, insanları; Allah’ın lütfûndan kendilerine verdiği şey dolayısıyla kıskanıyorlar mı? …’ (Nisâ Sûresi,54.Âyet)
-Hasedin ilacı da, onun zıttı olan samimiyettir. Yani Allah’ın; Müslüman kardeşine verdiği faydalı bir nimetin o kişide kalmasını istemektir.
-Yine bu çirkin huyu samimiyetle değiştirecek diğer bir çare ise; Allah Teâlâ’nın bütün Müslümanları dost edinmeyi farz kıldığını düşünmektir. Bu anlayışı kavramanın yolu da, Allah Teâlâ’nın Müslüman’ın hakkını ne kadar büyük tuttuğunu, onun kıymetini ne kadar yücelttiğini, bu dostlukla elde edeceğimiz dinî ve dünyevi faydaları düşünmekle gerçekleşir.
-Hasetten sakınmanın bir diğer ilacı ise öfkelenmemektir. Çünkü bilmeliyiz ki; öfkeden kin, kinden de haset doğar.
-Hasedin, dünya ve ahirette kendisine zarar, haset edilen kimseye de fayda getirdiğine inanmak bir başka reçetedir. Çünkü hiç bir vakit geçmez ki, ona –haset edilen kişiye- nimet hâsıl olmasın. Bu yüzden düşmanı için arzu ettiği eziyet, sıkıntı kendi başına gelir. Zirâ hasedden daha büyük bir belâ ve sıkıntı yoktur. Çünkü o nimetin de takdiri ilahide bir müddeti vardır. O müddet ne artar ne eksilir. Buna göre kişinin kendi hasmından dolayı kendisini sıkıntı ve inada düşürmesi kadar büyük bir akılsızlık yoktur.[/list_item]
[list_item title=”4.Kibir” url=””]Kibir, kendilerini başkalarından büyük ve yüksekte görmektir. İnsanı hiç aman vermeden helâka götüren bir hastalıktır. Kibir, Allah ile kul arasında büyük bir perdedir. Nice kötü ahlâklar bundan doğar ve insan kendi şerefini böylece aşağı çekip, güzel ahlâklardan mahrum kalmış olur. Zirâ kibir hâli kendisine galip gelen kimse, kendisine lâyık gördüğünü Müslümanlara lâyık görmez. Bu da müminlerin sıfatı değildir. Kimseye tevazu etmez. Bu ise muttakilerin hâli değildir.
Kibirli kimse, kin ve hasetten beri olamaz, öfkesini yenemez, dilini gıybetten koruyamaz, kalbini hile ve aldatmadan temizleyemez, işlerde lükse dalar, düşük kalite ile yetinmez ki bu hem israftır, hem de büyük bir günahtır. Büyüklük taslamak ve kendini beğenmişlik faziletleri siler ve alçaklık kazandırır. Bu yüzdendir ki mütefekkirler, ‘İlim hayâ ile büyüklük taslama arasında barınamaz. Sel yüksek binalara nasıl düşmansa, ilimde böbürlenenlere öyle düşmandır.’ dediler.
Kibrin ilacı ise, tevazudur. Tevazu hâli, kulun yaratılıştaki ilk hâlini düşünmesi, başına gelen en ufak bir musibet de dahi âcizliğini hissetmesi ve bu gibi sevimsiz durumları düşünerek ele geçer ve korunur. Nitekim İmam-ı Gazali’nin bu konudaki örneği ise akıllarımıza ve kalplerimize bir şifâ niteliğindedir.
“İnsan ölüp gidecektir. Ne işitmesi, ne görmesi, ne güzellik ve kemâli, ne de beden ve âzası kalmayacaktır, belki öyle fena kokulu bir murdar olur ki, herkes onda kaçar, yanından geçerken burnunu tutar. Topraktaki haşerenin, kurtların karnında pislik olup tekrar hor ve hakir olan toprak olur. Eğer toprak olmakla iş bitse, yine iyi idi ve hayvanlarla beraber olurdu. Bu saadeti dahi bulamaz.
Belki kıyamette dirilip dehşet ve korku makamına götürülecektir. Şöyle ki, yarılmış gökleri, dökülmüş yıldızları, tutulmuş ay ve güneşi, yün gibi atılmış dağları, meleklerin elindeki kitaplarda ömür boyunca işlediği suçları, rezillikleri birer birer okuyup mahcup olur. Ona, gel beri cevap ver! Filân sözü niçin söyledin, filân yemeği niçin yedin, filân işi niçin yaptın, filân yerde niçin oturdun, niçin baktın ve niçin düşündün? diyecekler.
Eğer Allah korusun, bu suallerin altından kalkamazsa, onu cehenneme götürürler. O zaman ne olaydı ben domuz, yahut köpek, yahut da toprak olaydım, çünkü bunlar bu azaptan kurtulmuşlardır, diyecektir. O hâlde, hâli köpek ve domuzun hâlinden daha kötü olabilecek bir kimseye kibirlenmek nasıl câiz olur ve övünmek ona nasıl yaraşır?”[/list_item]
Yararlanılan Kaynaklar; İmam-ı Gazâlî, Kimyâ-yı Saadet, Hak Yolunun Esasları, Mükâşefetü’l Kulûb [/list_group]